6 Şubat depremi anısına!..
Gazze’de işlenmekte olan soykırım ve vahşete karşı
hür ve vicdanlı, halklarını acziyet ve meskenet içinde
derdest eden tüm yönetici ve liderleri
Allah’a havale ederek
konuma geçmek istiyorum.
Apartman dairesinin en üst katında, yedinci katta yakalandık depreme. Gecenin sessizliği ürkütücü bir sarsıntı ile bozuldu. Gıcırdayan demir sesleri, kulakları sağır edercesine bir uğultu ile savrulurcasına sallanıyoruz. Aklıma Zilzal Suresi geldi:
"Yer o dehşetli sarsıntıyla sarsıldığında."
Sonra yerimden fırlarcasına kalktım ve kalkar kalkmaz yere yığıldım. Bağırarak "Hasbunellah ve ni'mel vekil" demeye başladım. Sürünerek odamın kapısını açtım. Karşı odada refikam ile evladım vardı. Refikam uyanmış ve evladımıza sarılmıştı. Bir an göz göze geldik. Ne söylesem duymuyor gibiydi. Çok korkmuştu anlaşılan. Halen sarsılıyoruz. Bebeğimiz ağlıyordu. Mutfak yanındaki odada ise iki kızım vardı. Onlardan hiç ses yoktu. Ara koridorumuz ve mutfağın bize taraf duvarı sallana sallana yıkıldı. Mutfak duvarı refikamın üzerine yıkılmıştı. Deprem durmak bilmiyordu adeta. Kıyamet kopuyor hissine kapıldım. "Hasbunellah ve ni'mel vekil" hakikatini haykırarak güç biriktiriyordum sanki.
Tekrar ayağa kalktım. Yıkılmış kapıya tutunarak yıkıntı odasına geçtim. Refikam ile evladımın üzerine düşen duvarın büyük parçasını kaldırmaya çabaladım. Çok şükür ki ikisi de yaşıyordu. Yine göz göze geldik. Halen sallanıyorduk. Refikam birden bağırdı:
“Kızlarııımm! Ne olur onları uyandır. Çabuukk oll!”
"Tamam tamam, sakin ol ve dua et."
Mutfağın yıkık duvarından çocuklarımın odasına geçtim. İnşallah vefat etmişlerdir diye içimden geçiriyordum. Enkaz altında can çekişmekten iyidir diye düşünmüştüm. Çocuk odamızın dört duvarı da yıkılmıştı. Halen sallanıyorduk. Ara ara duvarlarımız yıkılıyordu. Avizeler, dolaplar, masa ve sandalyeler... Her şey ama her şey bir o yana bir bu yana savruluyordu. Kaç defa düştüğümü hatırlamıyorum. Tutunacak tek bir dal yoktu. Allah'a sığınıyor ve kızlarımı bulmaya çalışıyordum. Deprem bence onlarca dakika sürmüştü ve odalar arası mesafe yüzlerce metre gibi gelmişti. Bağırıyordum:
“FATMAAA! BETÜLLL!”
“Baba, biz buradayız” diye bir ses işittim.
Giriş kapısının oradan geliyordu. Deprem durmuştu. Çocuk odasının yıkıntıları üzerinden girişe geçtim. Çok şükür, iki kızım da deprem anı kapıya koşmuşlar ve orda mahsur kalmışlardı. Onlara:
“Sakın hareket etmeyin” dedim.
"Baba, annemiz!" dediler.
“Onlar da iyi, çok şükür” deyiverdim.
Giriş kapımız da tamamen yıkılmıştı. Kızlarımı sakinleştirmeye çalıştım. Hava soğuk ve gece karanlıktı. Teheccüd saatindeydik. Geri refikamın yanına geldim. Korkudan kaskatı kesilmişti. Söylenenleri anlayamıyordu. Tir tir titriyordu. Kızlarımızın iyi olduğunu söyleyince azıcık can geldi bakışlarına. Bir çıkış yolu bulmalıydım. Yıkıntılar arasında salona geçtim. Salonun dışa bakan duvarları yıkılmıştı. Ailemi salona topladım:
“Yedinci kattayız, beklemekten başka çare yok.”
Dışardan canhıraş bağrışmalar, çığlıklar ve korna sesleri gelmeye başladı. Bizimkilere:
“Korkmayın, birazdan bir vinç getirirler bizleri sırayla aşağı indirirler.” diyordum.
O da ne? Salonumuzun hemen yanından araçlar geçmeye başladı. Şok olmuştum. Kalkıp iyice baktım. Evet evet, bizim salon neredeyse zeminle bir olmuştu. Aman Allah'ım! Araçların farları sayesinde etraf biraz aydınlanmıştı. Eğilerek aşağı baktım. Salonumuz ile zemin arası bir insan boyu kadar ya var ya da yoktu. Binamızın tamamen çöktüğünü o an anladım. Ya komşularım!
Gözyaşlarıma hâkim olamadım. Yağmur da şiddetlenmeye başlamıştı. Bir an önce buradan çıkmalıydık. Salon koltuklarını aşağı atarak üst üste yığdım. Refikam halen kendine gelememişti. Yıkılan duvar belini incitmiş olmalı ki, tam doğrulamıyordu. Onun yardımına ihtiyacım vardı, ancak yapamadı. Önce kızlarımın ellerinden tutarak aşağıya yığdığım koltukların üzerine saldım. Sandığımdan kolay olmuştu. Sonra kendim indim. Eşimden bebeği vermesini istedim. Korkudan dona kalmıştı. “Yedinci kattan aşağıya nasıl bebeğimi uzatacağım” deyip duruyordu. Kat falan kalmamıştı. Binamız moloz yığınıydı sanki. Ne dediysem fayda etmedi. Tekrar çıktım ve bebek ile birlikte koltukların üzerine atladım. Bebeği büyük kızıma bırakıp tekrar salona çıktım. Zorlayarak refikam ile birlikte aşağıya saldık kendimizi. Çok şükür ki tahliye işini kazasız belasız bitirmiştik.
Ailemi, imamı olduğum mahalle camimizin bahçesine bıraktım. Hızlıca dönüp enkazda çalışmaya başladım. Sabah ezanı okununcaya kadar dolandık durduk. Hiç bir teçhizat bulamadık ve hiç bir şey yapamadık.
Bizim enkazdan hiç ses gelmiyordu maalesef. Az ötede yıkılan binaya koştum.
Enkaz altından imdat sesleri, çığlıklar, feryatlar ve bağrışmalar vardı. Ekip ve ekipman olmadığından, dişe dokunur tek şey yapamadık... Acziyetin en acısını yaşıyorduk. Gözlerimizin önünde can çekişen canlar ve hiç bir şey yapamamak! Bu durum enkaz altında kalmaktan daha acı bir durumdu.
Caminin bahçesinde sabah namazını kıldık. Camiye düzenli gelen ve mahalle çocuklarına gönüllü Kur'an-ı Kerim dersi veren üniversite öğrencilerini hatırladım. Kaldıkları öğrenci evlerini biliyordum. İstemsiz adımlarla o yöne doğru yürüdüm. Aslen Diyarbakırlı olduğumdan Adıyaman’da hiç akrabam yoktu. İki üç sokak aşağıda oturuyorlardı. Her taraf tarumar olmuştu. Şehir viraneye dönmüştü. Yıkılan binalar, yığınla enkaz, feryat ve figanlar... Çaresizlik ve acizlik girdabında debelenen insanlar... Kendimi ne derece aciz hissettiğimi halen anlatamıyorum.
Öğrenci evine vardığımda tekrar içim parçalanmıştı. O sokağın tamamı yerle yeksan olmuştu adeta. Ayakta duran tek bir ev yoktu. Geneli üç dört katlı eski evlerdi. Eski çarşının oralarda...
Gençlerden biri hafif sıyrıklarla kurtulmuştu. Diğer üç genç ise enkazın altında kalmış.
Kâhta’dan gelen “Peygamber Sevdalıları Vakfı” gönüllüleri canhıraş bir şekilde çalışıyorlardı.
Tedarikli gelmişlerdi. Az da olsa teçhizatları vardı. Biri hilti ile diğeri kürekle, bir diğeri demir makasıyla bir başkası ispiral ile diğerleri elleriyle...
Camime düzenli gelen bu gençler zamanın evliyaları gibi gençlerdi.
Yardıma koyuldum. Ailemi unutmuştum. Öğlene kadar çabaladık, ancak bir iz bile bulamadık. Yan enkazdan sesler geliyordu, ancak bizimkilerden ses falan yoktu. O nedenle jeneratör ve hiltiyi yandaki enkaza gönderdiler. Malzemeleri gönderen abinin enkaz altında kalan gençlerden birisinin babası olduğunu öğrenince sarsılmıştım. Sürekli "İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diyordu. Gözleri sürekli yaşlıydı, ancak evladının enkaz altında olduğunu belli edecek tek kelime etmemişti.
Onunla empati kuramıyordum. Evladım enkaz altında ve ben jeneratörü, hiltiyi tanımadığım başka bir enkaza gönderiyorum. Neden? Oradan ses geliyor ve onların canlı çıkma ihtimali çok daha yüksek... Bu nasıl bir erdem ve bu nasıl bir teslimiyetti Allah’ım!
Dayanamayıp soruverdim:
"Abi, galiba enkaz altında kalanlardan, camime gelen gençlerden biri sizin evladınızmış."
“Evet” dedi buğulu bir ses ile. Göz ucuyla göstererek “Bak şunun da şunun da şunun da evladı enkaz altında!”
"Evladınız enkaz altında olmasına rağmen neden ekipmanların götürmesine müsaade ettiniz?"
“Neden mi? Hocam can pazarının yaşandığı bu anda sadece evladımı düşününce bile "Allah'tan utanıyorum. Ben nasıl yok diyebilirdim ki? Nasıl?”
...
"Allah'tan utanıyorum!",
"Allah'tan utanmak" bu nasıl bir cümle böyle? Kalbimin sıkıştığını fark ediyorum. İmanın dışa vurumu bu olsa gerek. Özün söze dönüşmesi...
Bu cümle beni benden alıp götürmüştü. Özümü acziyet girdabından kurtarmıştı. Kafamda beliren bin bir soru ve sorun izole edilmişti adeta.
Karmaşık duygular içinde, enkaz başında durmaksızın çalışırken ikinci bir deprem oldu.
Ben o an enkaz altından cami sevdalısı gençlerin isimlerini bağırarak tekrarlıyordum. Avazımın çıktığı kadar…
“Musaabb!, Ahmeett!, İbrahiimm!, Saiidd!”
Birden sarsıldım. Ne olduğuna ve ne yapmam gerektiğine karar verememiştim. Enkazın iç tarafına uzanmış vaziyette kalakaldım. Korkmuştum. Beni ayaklarımdan tutup hızlıca çekmeselerdi az kala enkaz altında kalacaktım. Öğleden sonrasıydı. İlk deprem gibi feci ve ürkütücüydü.
Yan taraflarda bulunan enkazın zar zor ayakta duran kısımları da çökmüştü. Sabahtan beri vicdanları delen tüm sesler kesilmişti. Kesilen sesler, dağlanan yürekler, durmayan gözyaşları ve dinmeyen feryatlar... İnsan dayanamıyordu. Düşündükçe canı acıyordu insanın.
İkinci depremden sonra enkaz başlarında çalışan gönüllülerin sayısında epey bir azalma olmuştu. Herkes ilk depremde sağ salim çıkan ailesine ulaşmaya çalışıyordu.
Daha yeni hatırlamıştım ailemi. Aramam gerekiyordu, ancak cep telefonlarımız enkazda kalmıştı. Başkasının telefonuyla babamları aradım. Benden haber alamayınca Diyarbakır'dan gelmişler ve camide ailemle birliktelermiş. Bana ulaşmaya çalışıyorlarmış. Babam:
“Hemen gel Diyarbakır'a gidelim” dedi. Ben:
“Gelemem” dedim.
Annem ağlayarak ısrar etti ancak gelemeyeceğimi, çocuklarımı götürmelerinin yeterli olacağını söyledim. Israr ettiler ben de “Gelemem” diye direttim.
Babam bağırarak
"Neden gelemiyorsun?" dedi.
"Allah'tan utanıyorum" dedim.
...
Gazze’deki kardeşlerime gerçek manada yardımcı olamadığımdan dolayı da
"Allah'tan utanıyorum"
Filistin de şu ana kadar Gazze’nin izzetli halkı Rabbi Rahman için, vatan için, hürriyet için otuz bin can feda etti. Biz depremde yaklaşık elli bin canımızı ihmal için, iltimas için, rey için, çıkar için heba ettik.
Evet, bundan dolayı da “Allah’tan utanıyorum”